Sayfalar

22 Şubat 2016 Pazartesi

Bir sanat performansı olarak radyo...

Evet, böyle birşey var. Hem de ülkemizde, hem de bu koşullarda. 20 yıldır devam etmekte üstelik. Sadece Rtük tarafından kapatıldığı 15 günlük bir yayın arası vermiş yayınına. Bir dinleyici bu  zorunlu molada 15 gün boyunca o cızırtı sesini dinlemeyi diğer radyoların cıstaklarına tercih ettiğini anlatıyor. Ne kadar anlamlı, ne kadar anlaşılır! Anlamlı birşeyin boşluğunu anlamsızlığa tercih etmek! Benim Açık Radyo'yu keşfetmem 10 yıl önce Serol Teber ve Şenol Ayla'nın yaptığı "Didik didik Freud" programıyla başladı. Programın jenerik müziği olan Marin Marais'in La Revêuse 4ème Livre de Pièces de Viole eserini dinlemeye başladığınımda uykudan uyandıran bir büyünün etkisi başlamış gibi dikkat kesilmiştim. Freud, Jung, Anna O., Sabine Spielrein, Musa... Hiçbir cümleyi kaçırmamaya çalışarak geçen o bir saatten sonra Serol Teber'in bulabildiğim bütün kitaplarını alıp, okumaya başladım. Program bitince Pembe Panter tema müziği olan jenerik çalmaya başladı. Allahım ne oluyordu! Müzik, bilgi, sohbet pınarları akıyordu her yandan! Hem de tevazuyla! Burası cennet olabilir miydi:)) İşte böylece işte, evde, uyku zamanı dışında her daim açık olan radyoma kavuştum.

İzlenebilen değil ama işitsel bi performans gibi bu radyo. Program örgüsü ve aralardaki reklam ve jenerikler ve onlarsız olmaz ( başlarda daha fazla olan, gittikçe azalan) sessizlikler dahil bi sanat eseri! İyi ki var. Hep olsun... Bağışlarla yaşadığı için bunu başarmak elimizde.

Ve işte arada ve tabi ki tam yeri geldiğinde yayınlanan "Radyo" şiiri. Şiiri Tilbe Saran okuyor. Böyle şiir okumak yasaklanmalı:)))

Radyo, 1936

Sen küçük kutu, tutun bana kaçalım.
ki taşırken seni evden gemiye, gemiden trene 
kırılmasın lambaların.
Düşmanlarım hakkımda atıp tutarken yanındaydın 
hem yatağımın hem acımın. 
Onların zaferlerinden benim kulaklarımdan geçen,
gece en son sen, sabah ilk ses sen
Söz ver bana birden bire susmamak için

Bertolt Brecht
Çeviren: Kıvanç Nalça


9 Ekim 2013 Çarşamba

Bvlgari Sergisi

Eylül ayının sonlarına dogru De Young müzesinde Bulgari sergisi olduğunu duyup hemen yola koyuldum. De Young müzesinin mimarı Herzog olunca içinde neler barındırdığı daha bir heyecanlandırdı beni. Golden Gate Park'ın içinde ve Bilim Müzesinin tam karşısında yeralan müze harika bir park (orman) içinde yer alıyor. 5 numaralı otobüs beni ve 70 üzeri yaş ortalamasını tutturmuş 7-8 kişiyi müzenin tam kapısında indirdi. Ancient American Art sergisiyle beraber Bulgari sergisinin toplam fiyatı 28 usd. Aslında Bulgariyi ve elmas ve değerli taşla yapılmış mücevherlere karşı hiçbir sempati beslemesemde sergiyi gezme zorunluluğu hissediyorum. Görev aşkı diyelim biz buna... Amerika sanatı hakkında pek iyi şeyler duymadığımı itiraf etmeliyim. Utanmasam size müze mi lazım, içini neyle doldurdunuz ki diye soracağım. Girişte büyük bir Diebenkorn sergisi tanıtımı var 1930-1993 yılları arasında yaşamış bu ressamın içerde 5-6 resmi ve yine çağdaş 5-6 ressamın büyük boy litografları var. Müzenin 2 kattan oluşan sergi mekanının geriye kalan kısmını çoğu Eskiçağ Amerika halklarının eserlerlerıyle dolu. Diebenkorn ve diğerlerinin resimlerini görünce bunun nedenini daha iyi anlıyorum! Eskiçağ Amerika halklarının eserlerleri; tapınma, tören, avlanma vb. pek çok yaşamsal ve dini faaliyet için yapılmış günlük kullanım eşyaları ve Muhteşemler.

Koşarak, az önce başlamış ve tatlı bir Amerikalı kadının önderlik ettiği Bulgari sergi turunu yakalıyorum. Fotoğraf çekmek yasak.1930 larda İtalya'da kurulan firma kısa sürede Hollywood aktrislerinin vazgeçilmezi olmuş. Liz Taylor başta olmak üzere; çok karatlı pırlantalar, zümrütler, yakutlar, turkuvaz ve mercanlar ünlü kişilikleri süslemiş. Bulgari, Titreşen Broşlar gibi ışığı  mükemmel yansıtmasıyla meşhur pek çok yenilik barındıran tasarıma imza atmış olsa da ve yapılan işler teknik ustalığı ve keşifleri en üst derecede yansıtsa da sergiden kısa sürede sıkılıp kendimi yeniden Eskiçağ salonuna atmanın hayalini kurmaya başladım.

Bır sonraki adım tabi ki kafamda bu iki bambaşka sanat türünü karşılaştırmaktı. Pırıltılı mücevher dünyasını değil de ilkel (ilksel' deniyor artık= primitive) sanatı kendime 'yakın' hissetmek ne demek oluyordu? Mücevherin altında bir anlam dünyası olmaması mı onu diğerinden ayırıyordu. Sadece 'güzel' olması, 'güzel' olmasına yetiyor muydu. Güzel bir mücevher taşımak sadece güzel diye birisiyle yanyana durmak gibi birşey degil miydi? Bu durum pragmatik olabilir ama 'sanat' pragmatik olamazdı. Ama ilkçağ eserlerinin bir işlevi yerine getiren nesneler olmaları onları daha az sanatsal yapmıyordu. Ya da Lalique'in değerli taşlarla yaptığı mücevherler Picasso resimleri kadar sanatsaldı. Bir gerçeği, taklidini yapmayacak şekilde yeniden üretmek olduğunu düşündüm 'iyi sanatın'. Bir de hissetmenin düşünmekten daha güvenilir olduğunu çünkü insanın düşünmeden (zamansal olarak) önce hissedebilen bir canlı olduğunu...


















Biraz daha dolanıp kendime müze bahçesinde yemek ısmarlamaya karar verdim. Vanilyalı sodada ne buluyorlar merak edip denedim... 


29 Nisan 2011 Cuma

"Nietzsche oldu! Bir hipopotam olarak yeniden dogdu"

Bu bir kitap adi. 2 yasli ve kacik gunumuz felsefecisi oturup olum nedir?, gercekten var midir? ve ondan kurtulmanin yolu(!) en azindan olecegimiz bilgisiyle yasamanin bir yolu var mi? uzerine bir kitap yazmislar...ve bunu komik bir sekilde yapabilmisler. Aralardaki trajikomik fikralarin hepsi bomba! Kendi kendinize "Yaa, hakkaten ben de olecegim di mi?" diye dusunurken soyle bir fikra patlativeriyorlar; Kadinin biri olen kocasi icin ilan vermeye bir yerel gazeteye gider. Calisan adam taziyelerii ilettikten sonra yasli bayana nasil bir ilan vermek istedigini sorar. Soyle yazin der yasli kadin. "Oli oldu". Memur saskinlikla kadina bakar. "Bu kadar mi hanimefendi, eger parayi dert ediyorsaniz ilanin ilk 4 kelimesi bedava, lutfen rahat olun" der. Kadin rahat, o zaman soyle yazin der "Oli oldu, satilik tekne."
Aylak kitap, 14 TL

27 Aralık 2010 Pazartesi

Kim demiş Rodin Takı Yapmaz diye!

Picasso, Dali, Klee... Bu insanların ortak noktası ne desem, önemli ressamlardır diye yanıtlarsınız sanırım. Bir diğer ortak noktaları da hepsinin takı yapmış olmaları desem... Mücevher bile değil, takı:) Şimdi şöyle birşey hayal edin lütfen. Yüksel Arslan, Mehmet Aksoy, Bedri Baykam ve mesela Komet takı yapsalar ve sergileseler güncel sanat eleştirmenleri ne derdi bu işe... Hayal etmekten kendimi alamıyorum. Kapalıçarşı ahalisinin yorumları alınıp zincir altın firmalarının kalantor sahipleriyle konu müşahade edilir miydi:) Ve hatta Çallı, Osman Hamdi...

Evrensel anlamıyla sanatçı kullandığı malzemenin fırça , boya, mermer, keski olmasıyla değil yarattıklarının yeniliği ve o yenilikte bir değer bulunmasıyla ölçülüyorsa, Rodin'in kolye yapmış olmasına da şaşırmamak gerek...

Masriera ve "Donna Insecte"

Onu bir sergide tanıdım. Yani Masriera'yı. Katalan Ulusal Müzesi'nin "Modernizm'den Avangarda Mücevher" sergisinde... Eserleri Lalique'in hemen yanında sergileniyordu. Art Nouveau'nun izlerini taşıyordu. Doğanın renklerini taşıyan mineler, kadın figürleri ve yaşayan her türlü form... Ama Lalique'den ayrılabiliyordu yine de. Bakınız Donna Insecte yani Böcek kadın:) Tema aynı, biçim nerdeyse aynı, opaller aynı ama sonuç farklı... Picasso, Cezanne, Braque arasında ne kadar fark ve ne kadar benzerlik varsa o kadar benzerler. Yani aslında bambaşkalar. Başka bir bakış ve mücevherin o mikro dünyasında yaratılan binlerce yenilik. Masriera sanki fırçayı eline alıp resim yapar gibi mücevher yapmış. Eserlerinin resim gibi olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Hem yola çıkarken hem sonuçta yaptığının sanata yenilik getiren büyük ressam ve heykeltraşlardan farklı olmadığını söylemeye çalışıyorum. Yani, yeni bir bakış olduğunu...

29 Ağustos 2010 Pazar

Süsleme Suç(mu)dur?

Takı ile ilgilenen herkesin süslemenin suç olduğu fikrini,en azından takıyla tanışıklığın başlangıcında (sonradan yıkılacak) bir ilke olarak benimsemesi bir öğrenme yaklaşımı olarak doğru olur sanırım. Zira biçim arayışı adına öğretilen yegane yaklaşımın "S" ler "yapmak" olarak özetlenebileceği eğitim yaklaşımlarına tanık oldum. Bu yaklaşımın daha en baştan kişiyi süslemeye götürmesi kaçınılmaz...(Bakınız; gereksiz tarama:) Süsleme nedir, peki? Takı = süs olarak algılanacaksa takı tasarımı = süsleme algısı da bir o kadar kaçınılmaz olur. Metal filizlerini bile bitkisel, kıvrımlı hale getirmiş olan Art Nouveau'nun süslemecilikten ibaret olduğu söylenebilir mi?

Lalique'in kuşları, bitkileri son derece gerçekçi bir şekilde ve değerli taşlar kullanarak yansıttığı takılarına baktığımızda Doğa'ya öykünme değil, doğanın bir sanatçı tarafından nasıl algılandığını görürüz. Tıpkı bir ressamın resmini yaparken geçtiği süreç gibi. "Özgün" dediğimiz eserler de bunlar değil mi zaten. Doğaya ya da birşeylere benzetme çabası, birisi, birşey gibi olma, yapma çabası ise ancak süslemeciliğe varabiliyor. En fazla bize "özgü" bir süslemeciliğe...Süsleme; biçime yönelik bir işlem değil, benze(t)me çabasına varan bir zihinsel durum sanki...Farklı takı tasarımcılarının elinden çıkan İstanbul koleksiyonlarına illaki dahil edilen Galata Kulesi yüzüğünün, minyatür bir Galata Kulesinin tıpkısına götürecek bir benzetme çabası...

10 Haziran 2010 Perşembe

John Berger Uzaylı mı?

Kim bu adam? Nasıl büyümüş? Annesi babası kimdir? Hayatında ne yaşamış ki John Berger olabilmiş? Bir insan nasıl onun sahip olduğu "bakış"a ve "görme"ye ulaşır? Doğuştan mıdır John Berger'lik? Sonradan edinilir mi?

Herhalde herkes hayran olduğu biri için benzer şeyleri merak edebilir. Ama Berger'in büyüsü aslında bu adamın yazılarını çok iyi anlayıp da onları nasıl böyle anlattığını anlayamamaktan gelir bana göre... Kör bir hintli kızın, onun çıkardığı seslere gülerken fotoğraflarını çekip altına "o bu fotoğrafları hiç göremeyecek. Ben onun nezdinde hep hayvan taklidi yapan görünmez bir yabancı olacağım" yazısını düşmesi... Duygudan arınmış gibi duran düşünceleriyle insanı kendine ve tam da kalbindeki duygulara yöneltmesi... Sanki kalbiyle konuşuyor ama bize düşündüklerini söyleyebiliyor... Kalp (ya da duygu) bir düşünme biçimi olup çıkıyor. Ve sanırım tam da buna "sezgi" deniyor. Bergson demiş bile...

Biri çıkıp "Jonh Berger Olmak" diye bir film yapmalı, onlarca kitap yazmalı, Berger'i anlatabilmek için yapabildiği herşeyi yapmalı...